
Temel Bilimlerde Kopuşu Onarmak: YTÜ Deneyimi Üzerinden Bir Değerlendirme
Temel Bilimlerde Kopuşu Onarmak: YTÜ Deneyimi Üzerinden Bir Değerlendirme
Temel Bilimler İçin Bütüncül ve Uygulamalı Bir Model Arayışı
Türkiye’de temel bilimler meselesi artık yalnızca üniversitelerin iç gündemi ya da akademik bir kalite tartışması değildir. Bu mesele, doğrudan ülkenin bilim üretme kapasitesi, teknoloji geliştirme yeteneği ve uzun vadeli ekonomik bağımsızlığıyla ilgilidir. Bir başka ifadeyle, temel bilimler bugün Türkiye’nin geleceğine dair stratejik bir turnusol kâğıdı işlevi görmektedir.
Bu çerçevede Maarif Platformu Çarşamba Sohbetleri’nin 34. bölümünde gerçekleştirilen oturum, meseleyi somut bir örnek üzerinden ele alması bakımından dikkat çekici oldu. Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Salim Yüce’nin konuk olduğu programda “Temel Bilimler Eğitimi Modeli Tanıtım Kataloğu Değerlendirmesi” başlığı altında, Türkiye’de temel bilimlerin karşı karşıya olduğu yapısal sorunlar ve bu sorunlara yönelik geliştirilen alternatif bir eğitim modeli tartışıldı. Oturumun moderatörlüğünü Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden Doç. Dr. Gürkan Ergen üstlendi.
Modelin sahibi Salim Yüce’nin değerlendirmeleriyle çerçevesi çizilen ve konuşma sonrasında çeşitli eleştiri ve tartışmaların gündeme geldiği oturumun tamamı aşağıdaki bağlantıda yer almaktadır: https://www.youtube.com/watch?v=LeJUQeWoCEs
Yüce’nin sunumu, bir fakülte uygulamasının ötesinde, Türkiye’de temel bilimlerin neden giderek cazibesini yitirdiğine dair daha geniş bir tabloyu görünür kıldı. Bugün fizik, kimya, biyoloji ve matematik bölümleri yalnızca kontenjan sorunu yaşamıyor; aynı zamanda toplumsal ve ekonomik sistem içinde rollerini kaybetmiş gibi algılanıyor. Oysa yüksek teknoloji, yapay zekâ, biyoteknoloji, yarı iletkenler, yeni malzemeler ve kuantum teknolojileri gibi alanların tamamı, doğrudan temel bilimlerdeki derinliğe dayanıyor.
Bu noktada kritik bir çelişki ortaya çıkıyor. Türkiye’nin Ar-Ge harcamaları yıllar içinde artmış olsa da, bu artış hâlâ küresel rekabet için yetersiz düzeydedir. 2000 yılında GSYH’nin yalnızca %0,48’i Ar-Ge’ye ayrılırken, bu oran 2023 itibarıyla yaklaşık %1,4 seviyesine ulaşabilmiştir. Buna karşılık OECD ortalaması %2,5’in üzerindedir; Güney Kore ve Japonya gibi ülkelerde ise %4’ü aşmaktadır. Uzun süredir dile getirilen “%3 Ar-Ge hedefi” ise fiilen gerçekleşmemiştir.
Ancak sorun yalnızca bütçe değildir. Asıl mesele, bu bütçeyi anlamlı kılacak insan kaynağının yetiştirilememesidir. Temel bilimlerin cazibesini yitirdiği, araştırmacı kariyerinin belirsiz ve güvencesiz görüldüğü bir ülkede, Ar-Ge harcamalarının artması tek başına sonuç üretmez. Çünkü temel bilim olmadan teknoloji üretilemez; teknoloji üretilmeden de yüksek katma değerli bir ekonomi kurulamaz.
Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi bünyesinde geliştirilen “Temel Bilimler Eğitimi Modeli”, tam da bu kopukluğu gidermeyi hedefleyen bütüncül bir yaklaşım olarak sunuldu. Model; temel bilimleri yalnızca teorik bilgi üretimiyle sınırlamayan, yapay zekâ okuryazarlığı, veri analitiği, etik, sosyal sorumluluk ve disiplinlerarası düşünme becerileriyle destekleyen bir yapı üzerine inşa edilmiş durumda. Ortak fakülte dersleri, bölüm içi ve bölümler arası sertifika programları, lisans düzeyinde araştırma kültürünü güçlendiren seminerler, çalıştaylar ve bitirme tezi poster sunumları bu yaklaşımın somut araçları olarak öne çıkıyor.
Bu çaba, Türkiye’de temel bilimlerin uzun süredir içine sıkıştığı “öğretmen havuzu” algısını da doğrudan hedef alıyor. Bugün Fen-Edebiyat Fakülteleri fiilen araştırmacı yetiştiren kurumlar olmaktan çok, öğretmenlik sistemine dolaylı personel sağlayan yapılar olarak görülüyor. Bu durum, temel bilimlerin asli fonksiyonunu zayıflatırken, ülkenin en yetenekli öğrencilerinin de yanlış yönlendirilmesine yol açıyor.
Ortaya çıkan tablo çarpıcıdır: Türkiye’de en yüksek puanlı ve en yetenekli öğrencilerin önemli bir kısmı temel bilimlere değil, öğretmenlik bölümlerine yönelmektedir. Elbette nitelikli öğretmen değerlidir; ancak mevcut sistem, bu öğrencileri alanlarında derinleşmeye değil, KPSS gibi sıralama sınavlarında test çözmeye zorlamaktadır. Sonuçta potansiyel bir matematikçi test koçuna, potansiyel bir fizikçi sınav hazırlık uzmanına, potansiyel bir araştırmacı ise müfredat yetiştiricisine dönüşmektedir. Bu durum, ülkenin en parlak beyinlerinin sistem içinde yavaş yavaş öğütülmesi anlamına gelmektedir.
Yüce’nin aktardığı üzere, Model’in hazırlanma sürecinde her bölüm için uluslararası kıyaslama komisyonları kurulmuş, bu komisyonların raporları üst komisyonda tartışılmış ve öğrencilerden mezunlara, akademisyenlerden kamu ve özel sektör temsilcilerine kadar geniş bir paydaş grubuyla ihtiyaç analizi yapılmıştır. Bu yönüyle Model, Türkiye’de sıkça eksik kalan bir noktaya işaret etmektedir: Politika ve programların masa başında değil, sahadan gelen veriyle oluşturulması.
İki yıldır uygulanan Model’in sonuçları da dikkat çekicidir. Öğrenci motivasyonunda artış, kariyer planlama süreçlerinde netleşme, sertifika programlarına katılan öğrencilerin nitelikli alanlarda daha kolay istihdam edilebilmesi ve üniversite–sektör iş birliklerinin hızla artması, doğru yönelimin mümkün olduğunu göstermektedir.
Ancak bu noktada temel sorun değişmemektedir: Bu tür modeller neden istisna olarak kalmakta ve neden Türkiye genelinde yaygınlaşamamaktadır?
Burada mesele, üniversitelerin iyi niyetli çabalarının ötesinde, ulusal ölçekte net bir temel bilimler politikasının bulunmamasıdır. Türkiye’de temel bilimler için uzun vadeli, güvenli ve prestijli bir araştırmacı kariyeri tanımı yapılmadıkça; Fen-Edebiyat/İnsan ve Toplum Bilimleri Fakülteleri teknoloji üretim zincirinin merkezine yerleştirilmedikçe; lise düzeyinde ezber ve test odağına terk edilmiş temel bilim eğitimi yeniden inşa edilmedikçe ve en temel devlet politikalarından biri haline getirilen yüksek teknolojide dünya sıralamalarının zirvesine yerleşmek hedefinin temel bilimlere önem verilmeksizin hayata geçirilmesinin imkansız olacağı idrak edilmedikçe bu kriz derinleşerek sürecektir.
Sonuç olarak temel bilimler, bir ülkenin sigortasıdır. Bugün bu alanlarda çalan alarm zilleri, yarın ekonomide ve teknolojide kriz çanlarına dönüşür. Türkiye, bilim hedefi olmayan bir ekonomiyle ne küresel ligde üst sıralara çıkabilir ne de refahını sürdürülebilir kılabilir. Mesele yalnızca boş kalan kontenjanlar değil; dünya ülkeleri arasında bir güç ve cazibe merkezi ve süper teknolojiler üretmeyi amaçlayan bir ülke olarak hangi sıraları hedeflediğimiz meselesidir.
Bilim üretmeyen toplumlar, er ya da geç başkalarının ürettiğini satın alan ve başkalarının koyduğu kurallara uyan toplumlar hâline gelir. Bu yüzden temel bilimler meselesi ertelenemez. Çünkü bu mesele, artık sadece sessiz bir akademik kriz değil; açık bir stratejik uyarı haline gelmiştir. *
Bu noktada Prof. Dr. Salim Yüce ve ekibi tarafından geliştirilen ve önerilen model, tam da bugüne kadar kaçırdığımız yere işaret ediyor: Donanıma değil, zemine. Biz yıllardır laboratuvarı, binayı, cihazı, bütçeyi konuştuk; ama binanın neden oturmadığını sormadık. Badanayı tartıştık, temeli es geçtik. Oysa bu model, meseleyi tersinden ele alıyor: Programı değil, felsefeyi gündeme getiriyor.
Çünkü gerçek çok basit ama acı: Eğitim hayatla temas etmediği anda çöker. Araştırma sahadan beslenmediği anda kurur. Temel bilimler toplumun gerçek problemleriyle ilişki kurmadığı anda “lüks” gibi algılanmaya başlar. Bu model, tam da bu kopuşu onarmaya aday bir zihniyet değişimini temsil ediyor. Yeni bir ders eklemekten ya da birkaç saatlik müfredat güncellemesinden değil; eğitim ve bilimin yeniden inşasına kapı aralayan bir felsefe değişiminden söz ediyoruz.
Ontolojisi ve epistemolojisi kendi varlık alanlarından beslenen, kendi referans sistemlerini kuran bir bilim tasavvuru… Araştırmanın yalnızca makalede değil; atölyede, tarlada, fabrikada, hastanede ve şehirde başladığı bir düzen. Kâğıt üzerinde değil, hayatın içinde filizlenen bir bilim anlayışı. Modelin asıl gücü burada yatıyor.
Bu yaklaşım benimsendiğinde, eğitimin yerelleşmesi ve millileşmesi soyut bir slogan olmaktan çıkıp somut bir karşılık kazanıyor. Yerelleşme; her ilin, her bölgenin kendi problemini araştırma konusu yapabilmesi demek. Bunun için de ağır merkeziyetçi yapıların, özellikle YÖK merkezli katı idarenin gevşemesi gerekiyor. Millileşme ise bu yerel araştırmaların dağınık kalmaması, ortak bir milli hedef etrafında buluşması anlamına geliyor. Yani merkezi aklı yok etmek değil mesele; merkez ile yerelin sağlıklı bir iş bölümü kurması.
Bu modelin yaygınlaşması hâlinde üniversite yönetim yapılarının da dönüşmesi kaçınılmazdır. Bölgelerde vali, belediye başkanı, meslek odaları, yerel sanayi temsilcileri ve halkın üniversite yönetiminde söz sahibi olduğu; mütevelli heyeti benzeri, katılımcı ve sorumluluk paylaşan bir yapıya doğru evrilme ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Böylece üniversite, bulunduğu şehrin misafiri değil; kurucu aktörü hâline gelecektir.
Bu dönüşüm, temel bilimlerin asıl hedefi olan yüksek lisans ve doktora ağırlıklı fen fakültesi eğitimini yeniden merkeze alacaktır. Doktora öğrencilerinin üretim ve sanayiyle iç içe, Ar-Ge temelli bir zeminde yetişmesiyle birlikte, üretim anlayışı da değişecektir. Kopyalama ve montaj dönemi sona erecek; teknoloji geliştiren, problem çözen, özgün bilgi üreten bir yapı ortaya çıkacaktır.
“Hangi alanda neden araştırma yapıyoruz?” sorusu s gerçek bir cevap bulacaktır. “Hangi problem bizim problemimiz?” sorusu muğlaklıktan çıkacaktır. Üniversitelerimiz, yalnızca SCI yayını kovalanan birer taşeron kuruma dönüşmekten kurtulacak; bilgi üreten, yön veren, referans oluşturan yapılar hâline gelecektir.
Bu modelin yaygınlaşmasıyla üniversite–sanayi arasındaki kopukluk sona erecek, merkez ile yerel arasındaki derin uçurum kapanacaktır. Eğitim, merkezi idarenin mutlak tekelinden/ yönlendirme arzusundan kurtulacak; müfredatın yukarıdan buyurulduğu dönem geride kalacaktır. Yerel ihtiyaçlar, bölgesel sorunlar, şehirlerin sanayi yapısı ve halkın beklentileri eğitim sistemine dâhil edilecektir.
İl düzeyinde vali, millî eğitim müdürü, yerel sanayi temsilcileri, meslek kuruluşları, esnaf odaları ve halk; seyirci olmaktan çıkıp yetki ve söz sahibi hâline gelecektir. Eğitim, sahası/gücü, etki ve yetkisi olmayan bir oyun olmaktan kurtulacak; hayatın bizzat kendisiyle temas eden canlı bir yapıya dönüşecektir.
Kısacası Model, bir “iyileştirme paketi” değil; zemini yeniden dökme/zemine yeniden dönme çağrısıdır. Ve temel bilimlerin, eğitimin ve sanayinin kaderini değiştirecek olan da tam olarak budur.
Değerlendirme:
Prof. Dr. Osman Çakmak (İstanbul Rumeli Üniversitesi), Prof. Dr. Said Ceyhan (Bartın Üniversitesi), Doç. Dr. Mehmet Ali Gündoğdu (İstinye Üniversitesi), Doç. Dr. Gürkan Ergen (Çanakkale 18 Mart Üniversitesi), Prof. Dr. Dursun Ali Tokel (Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi).



