
Zorunlu Eğitim mi, Zorbalık Eğitimi mi?
Eğitim meselesi evvel emirde bir insanlık meselesidir. İnsanın insana göre farkı aynı zamanda bir eğitim farkıdır. İnsan manen eğitimle olur ve eğitimle ölür. Ülkemizde eğitim meselesi kendini aşamadığı için hâlâ memleket meselesi olmaya devam etmektedir.
Hâkim manada uygulanmakta olan zorunlu eğitim sisteminin süreç ve sonuçları itibarıyla çağın gerçeklerini, toplumun gereklerini, öğrencilerin yeteneklerini, iş hayatının beklentilerini hangi ölçüde karşıladığı geçerli bir soru ve sorundur.
Yaşanmışlıkları dikkate alarak söylersek üniversiteler nitelik olarak yetersiz, mesleksiz, meselesiz fertleri üreten kifayetsiz kurumlar hâlinde misyon ve vizyonda yozlaşma içerisinde hayatiyetini sürdürmektedir.
Zorunlu eğitimin uzun erimli ortaöğrenim süreci çocukların ömürlerine ve geleceklerine ipotek koyan zorba bir süreç olarak işlem görmektedir. Milli eğitim tarihi bir anlamda adresini bulamamış yeteneklerin çöplüğüdür. Öyle ki o nispette uygun eğitim alamamış nice parlak kabiliyetleri “itlaf” etmenin meşru “tezgah” olma zannından kurtulamamıştır.
Maarif meselesini kimi yetkili ve yetkin kişilerin kendilerine dert edinip gündemlerine alıp tartışması bu konuda en azından ümitlenmemize vesile olmaktadır. Görünen o ki çok yönlü belirleyici etki gücüne sahip merkezi bir konu durumunda olan eğitimin ve bu doğrultuda oluşan devasa sorunların nesnesi de öznesi de bizatihi insandır.
İnsanın yaratılış olarak şerefli ve üstün istidatlarla mücehhez kılınmıştır. Bununla birlikte insan diğer varlıklardan mahiyet farkıyla kendi benliğini onlara uygun düşen yapıp etmeleriyle gerçekleştirecek bir imkan ve kabiliyete mündemiçtir.
Öyle ki insan kendini idrakle birlikte, var oluş anlamında bir şahsiyet, bir kimlik, bir ferdiyet kazanacak şekilde fert bir yetenek ve özgür iradeyle mücehhezdir. Burada bütün mesele insanın dakik bir idrakle yaratılışına (mahiyet/istidat vb.) ve gayesine matuf anlam-değerlerin, yeteneklerine uygun vasıtanın olup olmaması meselesidir.
Biliyoruz ki evren bütünüyle kadim ilkeler doğrultusunda yetkinlikle uyum içerisinde işleyen bir sistemdir. Yaratılış; varlığın mahiyeti, eşyanın tabiatı derin ve değişmez ilkeleri barındır ve onlara dayanır. Bu bakımdan ilkeler genel geçer özellikleriyle insanın yapıp etmelerinin kılavuzudur. İnsanların yol haritaları bu ilke ve kılavuzlar doğrultusunda doğru oluşturulup, doğru uygulandığında ancak doğru sonuçlara ulaşmak mümkün olmaktadır.
Yine bilmekteyiz ki yol haritaları da dahil, bütün haritalar konu edindiği zemini, yapıyı resmeden çizimlerdir. Şayet elinizdeki bir yol haritasıysa umulan anlam ve varılmak istenen hedefin güzergahını göstermesi beklenir. Burada zemin (varlık, mahiyet, tabiat, yetenek vb.) sabit olduğu kabulünden hareketle, haritanın (teori, reçete, plan, eğitim vb.) ise değişken bir yapı arz ettiği genel kabuldür. Burada kural şudur: Zemin haritaya değil, harita zemine uymalı, uygun olmalıdır. Şu hâlde harita zemini/varlığı doğru resmedip gösterdiği ölçüde muteberdir. Bu bakımdan bir yol haritası olan eğitim sistemi insanın fıtratına, çağın gerçekliğine, toplumun değerlerine, öğrencilerin yetenek ve beklentilerine ne derece uygundur diye defaten sormak gerekir.
Tabiî ve haklı olarak eğitim sistemi müfredat ve uygulamalarının muhatap aldığı kitlenin bünyesine, hakikatine ve gerçekliğine uygun ve uyumlu olması beklenir. Bu cümleden hareketle felsefi terminolojiyle ifade edersek genelden özele üç bağlam söz konusu olur. İlk olarak “tümel” anlamda insanın ortak paydası olan yaratılışına/varlık bütünlüğüne ve genel geçer ilkelere, çağın gerçekliğine uygunluğu; ikinci olarak “tikel” anlamda tüzel ortak paydası ülkenin/ milletin/toplumun kültür (maddi-milli-manevi) değerlerine uygunluğu; “tekil” anlamda özel/ kişilik/ ferdiyet olarak kişilerin mizaç ve yetenek farklılıklarına uygun olması beklenir.
Mesela eğitim sisteminin veri temelinde derinlemesine güncel bir araştırma yapılmış bir saha araştırması var mıdır?
Çağın getirdiği tehdit ve imkân analizi, kaynak ve yetenek haritası mevcut mudur, şayet mevcutsa geçerliliği, işlerliği nedir?
Bu durumda doğru olan insan/insanlık ve çağın gerçekliği, ülke/millet/toplum ihtiyaç ve değerleri, ferdiyet olarak şahsın/kişinin mizaç ve yeteneği mutlaka dikkate alınması, yönlendirilmesi, o ölçekte eğitime tâbi tutulmasıdır.
İnsanın ferden tıpkı beş duyu organımız gibi farklı yeti ve yeteneklere sahip olduğunu anlamak durumundayız. Bilindiği üzere göz görme ve temaşaya duyarlı bir yetenekken, kulak sese duyarlı, burun kokuya duyarlı, dil tat almaya, deri dokunma yetilerine sahiptir. Dolayısıyla eşyanın tabiatı, yani ilke gereği ayrı ayrı bu beş duyu yetisine uygun olan şeyi, değeri onlarla buluşturduğumuzda ancak kendilerinden umulan fayda tahakkuk etmiş olmaktadır.
Burada ilke şudur: “Fıtri meyelan mukavemetsizdir.” Söz gelimi solak bir kişi sol eliyle tabiî ve seri şekilde yazarken sizin aynı elle yazmakta zorlanmanız bundandır. Sizin zorunlulukla sol elinizi eğitime tâbi tutarak elde edeceğiniz sonuç ne başkasının solak eli kadar kendi tabiîliğindedir ne de yazmaya yatkın sağ eliniz kadar seri yazabilirsiniz.
Konuyu fert/öğrenci bazında ele alırsak yeteneğe uygun şey/meslek/eğitim buluştuğunda tabiî inkişafla orada geometrik artış zuhur eder, umulan yetkinlik oluşur. Aksi uygulamada var olan kabiliyet farkını göz ardı eden bir eğitim uygulamasıyla sonuçta en iyimser hâliyle belki aritmetik bir ilerlemeyle vasat bir yeterlilik sağlanabilir. Yanlış eğitim eseri oluşan yetersiz çıktılar hiç kimseyi mutlu etmez. Böylesi gayri fıtri ve gayri akli hâli sürdürmenin kime ne yararı var?
Yaratılış ve tabiî yetenek olarak gözün erdemi görmek olduğu gibi her bir duyu yetisi kendinden bekleneni bir yetkinlikle sergilediği nispette sağlıklı bir bünyeden bahsedilebilir. İlke ve yaratılış olarak bir kulağın işitme yetisi varlığın tabiatına, o şeyin mahiyetine uygun olduğu gibi, aksi durumda, farzı muhal kulaktan görme beklentisi ve gayreti yaratılışa ters beyhude bir beklenti ve çaba olduğunu kavramakta gecikmeyiz.
Halbuki ilaç doğru olduğu umulan reçetesine uygun, yerinde kararında zamanında kullanılması hâlinde işe yarayacağı gibi yetenek uygun meslekle, meslek uygun eğitimle buluştuğu zaman doğru sonuçlar beklenebilir. Söz gelimi müzik kulağı iyi, yetenekli olan bir öğrenci, bu yönde bir eğitim aldığında iyi bir musiki sanatçısı olabilir.
Şöhret bulmuş yetkin meslek erbabında bunu gözlemlemek mümkündür. İşte merhum yerli sanatçımız Barış Manço bunun güzel misalidir. Şayet Barış Manço yeteneğine uygun musiki alanında değil de babası subay olduğu için askeri okulda eğitim alsaydı, sonuç ne/nasıl olurdu? Yetenek-eğitim uyuşmazlığı sonucu Barış Manço en fazla vasat mertebede sıradan bir subay olurdu.
Ancak kesin olan bir şey var ki yanlış yönlendirme ve zorunlu eğitimle adeta “sıradan bir subay” kazanma karşılığında, üstün bir yetenek sakatlanmış, daha kötüsüyse ulusal sınırlarını aşma kapasitesi olan bir sanatçı “öldürülmüş” olurdu. Peki ya bizler zorunlu ve tek tip eğitim vermek suretiyle farklı yeteneklerden nasıl vahim bir sonuç alacağımızın fecaatini hiç düşündük mü?
Tekrar pahasına söylersek önce insan olarak yaratılış manasını ve gayesini, içinde yaşadığı çağın gerçekliğini, biraz daha özelden aidiyet noktasında ülke/toplum değerlerini, yakinen ferden öğrencilerin özgün mizaç ve yeteneklerinin dikkate alınmasıyla doğru sonuçlar verebilir diye düşünmekteyiz.
Bahusus mesleki eğitim bağlamında sözünü ettiğimiz kapsamda ferden, müzik kulağı olan bir yetenekten devam edecek olursak ilgili yetenek kendine uygun vasıtalarla gereğine uygun yaşta, ortaöğrenimle birlikte uygun bir mesleki eğitimin elzem olduğunu vurgulamış olalım. Yaş itibarıyla yetenekte, çıraklıkta, ezberde “Ağaç yaşken eğilir.” bilinen ontolojik ilkesine tâbidir.
Mesleki eğitimin işin niteliğine uygun bir vasıta olması gerektiği zikredildi. Meslek olarak diyelim ki müzik branşında yer alan birisinin güfte yazması, beste yapması gerekebileceği gibi, bir veya birkaç müzik aletini çalmayı öğrenmesi icap eder. Bütün bunlar eğitim kapsamında teorik eğitimin yanı sıra pratik eğitimi, uygulamayı kaçınılmaz kılar. Zira teorik eğitimle kaynak işi yapma, kodlama öğrenilemeyeceği gibi bağlama çalmak da öğrenilemez. Bir bağlama çalmak için uzun uğraşlar ve uygulamalar sonucu fark edilir bir beceri kazanıldığı malum.
Bir öngörü ve teklif olarak mesela mesleki eğitimlerde teorik olarak yazılı kaynak malumat (ilmel yakin )bilgisi %10, öğretmenin anlatımıyla paylaşılan (aynel yakin) bilgi %30, bizatihi öğrencinin yaparak (hakkal yakin) tecrübe edinme bilgisi %60 gibi bir oranda tahakkuk etmesi uygun olabilir mi?
Eğitimin sistemi ve aşamaları yeniden kurgulanarak teorik ve pratik dengesinde yürütülmelidir. İlkokul sonrası, tespit edilen yetenek ve kapasiteye uygun hayata, mesleğe dönük bir branşta öngörülen eğitim programı nasıl olur?
Uygun yaş aralığında klasik eğitim geleneğinde yer alan, hâlâ iş hayatının içerisinde karşılığı olan mesleklerin, usullerini güncellemek, gelişen bilişim imkânları ve teknolojik imkânlardan pay almak suretiyle yeni ihtiyaçlara, gerçekliklere uygun hareketlendirilmesinin ne zararı olabilir? Hayatın içinden benzer şekilde diyelim ki mimarlık, kod yazılımı, siber güvenlik analisti, modelist gibi uygun ölçekte teorik ve pratiğiyle birlikte çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa yürüyen bir mesleki yetenek yol haritası çizilmesi nasıl olur?
Yeteneklerin farklılıkları olduğu kadar, kendi içerisinde vasattan deha derecesine varan bir mertebede seyrettiklerini biliyoruz. Ancak zorunlu eğitim ayrıntıları dikkate alan iç mimari anlamında bir yetenek eğitiminden ziyade, kaba inşaat anlamında zorunlu eğitim modelinde işlemektedir. Kaba inşaat anlamını çağrıştıran mevcut zorunlu eğitim uygulaması, bir toplum için en değerli varlığın, insan yeteneğinin israf edilmesi, gençliğin heba edilmesi, geleceğin riske atılması demektir. Bu en hafifinden hem insanlık için hem millet/memleket için hem de eğitim kurumları ve öğrencileri için büyük bir kayıptır, yazıktır, günahtır.
Son olarak meseleye başka bir veçhesiyle değinecek olursak zorunlu eğitimin aynı zamanda bir “zorbalık” karakterini taşımasıdır. Yaşadığımız çağda “uygulamalı etik” alanında öne çıkan kavramlardan biri de hiç şüphesiz “zorbalık”tır. Zorbalık bir insanın yaptığı bir “kötülük” olarak daha çok kişiler üzerinden tanımlanan bir kavramdır. Gel gör ki hiç şüphesiz kurumlar ve devletler bu zorbalık kötülüğünü yapanların başında gelmektedirler.
Mesela belli başlı şirketler ince ayartıcı yazılım ve tekniklerle çocukları teknolojinin zorbalığına, kimi Batılı devletlerin bir kısım keyfi yasal düzenlemeler ve fütursuz uygulamalarla daha çocuk yaşlarda çocukları cinsiyet tasallutunun zorbalığına maruz bıraktıklarını biliyoruz.
Bu kapsamda biraz naif olmakla birlikte, devletlerin kişinin yeteneğini dikkate almayan, dayatılan zorunlu eğitim gibi uygulamaları da bir nevi eğitimde “zorbalık”tır. Dileğimiz odur ki: Zorunlu Eğitim Zorbalık Eğitimi Olmasın.
Tahsin Gülhan